Sayfalar

30 Ekim 2011 Pazar

Kanlıçay Keşif Yürüyüşü / 21 Ağustos 2004


Merhabalar,
Artık önümüz kış... Güncel geziler ister istemez azalmışken, eskilere göz atmakla başlayayım dedim  yazılarıma.
Ve kendi hayatımda milat olarak kabul ettiğim Kanlıçay keşif yürüyüşünü sunuyorum ilk olarak sizlere.

Zühre'm uzun zamandır anlatıyordu trekking yürüyüşlerinin ne kadar güzel ve eğlenceli olduğunu... Ben de katılmayı çok istiyordum ama işin ciddiyete bindiği ilk tarih 19 Ağustos 2004 Perşembe günü oldu.
Ajansta hep birlikte öğle yemeğimizi yerken, Zühre cumartesi günü çok güzel bir yürüyüş olacağını ve kaçırmamam gerektiğini anlattı. Ben inşallah, maşallah gibi sözlerle durumu bir süre geçiştirmeye çalıştım. Çünkü henüz ayakkabı dahil olmak üzere doğada yürüyebilmek adına hiç bir teçhizatım olmadığı gibi, cuma akşamı dünyanın en kokoş düğünlerinden birine davetliydim. Yani yürüyüşten bir önceki gece... "İyi de ne alakası var?" dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle alakası var... Düğünün yaklaşık gece 02.00'ye kadar süreceğini varsayarsak, eve 03.00'te geleceğim sonucuna ulaşırız. Bu da küçük bir matematik hesabıyla şu soruyu çıkarır karşımıza: "Yaklaşık 7 saat topuklu ayakkabıların üzerinde durmuş olan zavallı Seçkin, nasıl olur da 4 saatlik bir uykudan sonra tam günlük bir trekking yürüyüşüne katılabilir? Hem de hayatında ilk defa..."

Ancak geçiştirme çabalarım, bu yazıyı şu anda yazıyor olmamdan da anlaşılacağı üzere başarısızlıkla sonuçlandı. Aynı gün iş çıkışı trekking botlarım, çoraplarım alındı. Zaten dere yürüyüşü olacağından henüz kıyafet alışverişine gerek yoktu.

Cuma günü iş çıkışı saç, makyaj, kıyafet ve kırmızı ojelerimle düğündeydim. Ve her şey yukarıdaki hesaba uygun bir şekilde gerçekleşti. Yatağa yattığımda saat üçü geçiyordu ve sabah yürüyüş için servise bindiğimde ise saatler yediyi gösteriyordu.

Kanlıçay Köyü, Sakarya ili Akyazı ilçesine bağlı bir köy. Hedef Kanlıçay Köyü'nden çıkarak, dere boyu ilerlemek, Kapıorman tepelerini aşmak ve Sakarya ili Geyve ilçesine bağlı Belpınar Köyü'ne inmek.
Yürüyüş ile ilgili güzergah detaylarını biliyordum bilmesine ama kaçırdığımız ufak bir nokta olmuştu.. :) Bu parkuru rehberimiz Hüseyin Abimiz ve Hasan Abimiz dahil hiç kimsenin daha önce yürümemiş olması, yani bu parkurun adı üstünde bir keşif parkuru olmasıydı.

Çok keyifli bir yolculuk sonrasında, saat 10.45 gibi yürüyüşümüze başladık. Dere kenarına inene kadar biraz orman içinden devam ettik. Zühre'm, Reklamevi'nden iki arkadaşımız Zeynep ve Fatoş, ben ve kırmızı ojelerim de dahil olmak üzere toplam 22 kişiydik. Allahım manzaralar inanılacak gibi değildi. Yeşil, güneş, güzel insanlar... Rüya gibiydi şimdilik herşey...
Kurtuluş Savaşı'nda bu bölgede Türk ve Yunan birliklerinin çatışmalarında çok kan dökülmesinden adını alan Kanlıçay, bize gerçek yüzünü göstermemişti henüz.. :))

Derken dere yürüyüşü başladı... O kadar eğlenceli ki, sulara bata çıka ilerliyoruz. İçimizde mayolarımız... Güneş yakıyor, dere buz gibi, doğa harika... Sonra ilk şelalemize vardık. Bu şelaleyi aştıktan sonra, bir başka şelalenin altında biraz yüzme molası ve yola devam... O da ne?!!! Geçmemiz gereken ikinci şelale 7-8 metre yüksekliğinde! Ekibin fotoğraflara da yansımış olan, eller belde şelaleye bir bakışı var ki her şeyi anlatıyor... :)  Zaten Zeynep ile ilk cümlemiz, "Henüz telefon çekiyorken tanıdıkları arayalım da bir helikopter göndersinler" oldu. Bu arada Zühre'm ile her zamanki gibi sürekli gülüyoruz tabii...

Ekibin deneyimli isimlerinden Selim, nam-ı diğer örümcek adam, hooop diye tırmanarak önce yukarıdaki ağaçlara ip bağladı; ve sonrasında şelalenin en zor geçiş yerinde durarak bizlere yardım etti. Diğer arkadaşlarımız da, aşağıda bir kaç ağaç gövdesini kayalara yaslayarak merdiven yardımı sağladılar.
Ben bir şekilde, iman gücüyle tırmanmayı başardım ama bir başka arkadaşımız ciddi bir düşme tehlikesi atlatarak, yüreğimizi ağzımıza getirdi.

Sonrasında derede yosunlarla kaplı ve çok kaygan kayalar üzerinden yürür olduk. Bir küçük şelaleyi daha sorunsuz olarak aştıktan sonra imkansızla karşılaştık. Yani en azından benim için imkansızdı... :)
Bu şelale yaklaşık 6-7 metre uzunluğundaydı fakat  kaygan bir kaya kütlesinden oluşuyordu. Yani kenarlarında tutunabileceğimiz herhangi bir şey yoktu. Belki bir kişi yukarı çıkarak yine ip sarkıtabilir diye düşünüldüyse de, bu plan da suya düştü. Zira şelale gölcüğünün dibindeki kaygan kum nedeniyle, kayalara kütük yaslamak mümkün olmadı.

Hmmm eee şimdi ne olacak?  Dönelim desek, imkansız aynı yoldan dönemeyiz.. Geçmiş olduğumuz bir önceki şelaleden aşağıya inmemiz mümkün değil, zaten zor çıktık.
Ve Hasan Abinin fikri ile birlikte kendimizi ormana vurduk. Orman içinden yürüyerek, şelaleleri by-pass edecek ve parkuru tamamlayacaktık.

Bu arada, ormana giriş yaptığımız ortamı size biraz tarif edeyim önce. Yaklaşık 70 derecelik bir açıyla tırmanıyoruz; ipten destek alıyoruz; ve yukarıdan yuvarlanan taşlardan korunmak için sırt çantalarımızı siper olarak kullanıyoruz; ve benim kırmızı ojelerim var... :)))))
Hatta hatırladığım kadarıyla bir taş Zühre'min dizine isabet etti ama Allahtan bir sorun olmadı.

Tüm yürüyüş boyunca bir patika bulma umuduyla yandık tutuştuk ama nafile. Bayağı vahşi doğanın içerisindeyiz anlayacağınız... Vazgeçtim patikadan, dik durmamız bile imkansızdı. Sürekli yokuş yukarı tırmanmaktaydık ve belimiz ağrıdığında ancak bir ağaca yaslanarak dik durabiliyorduk.
Hani Amerikan filmlerinde uçak ormana düşer ve yolcular hayatta kalmaya çalışırlar ya.. Hollywood'lu yapımcılar  gelsinler de bizi görsünler asıl... :))

Ve yürüyüşten komik bir sahne:
Ortamı hayal edebilmişsinizdir az çok ve böyle bir ortamda, Reklamevi'nden bir arkadaşımızın telefonu nasıl olduysa çekmiş. Bir de baktık ki Fatoş, bir ağaca yaslanmış gayet ciddi bir şekilde işle ilgili yanında getirdiği kağıtları karıştırıyor. :))) Tamam iş sorumluluğuna saygımız sonsuz ama biz bir daha işe gidemeyeceğimizi düşünürken, Fatoş bu motivasyonu nereden buluyor, asıl ona şaşıyoruz.
Derken bir ara benim de telefonum çekti. Arayan annemdi. Canım annem: "Aman kızım Kadıköy'e gelince taksiyle gel eve... Aklım sende kalmasın gece gece."diyordu ama belki de ben bir daha hiç Kadıköy'ü göremeyecektim... :))

Bu sırada saat dörde gelmişti ve ekipte çok az kişide kafa lambası olduğu için,  Hüseyin Abi hava kararmadan geri dönüş kararı aldı.
Tamam geri dönelim ama hepimizin içinde aynı korku var.. Ya bu ormandan aşağıya dere yatağına indiğimizde yine aynı şelale ile karşılaşırsak? Oysa Hüseyin Abi yol kenarına, köyün su deposunun bulunduğu bölgeye ineceğimizden oldukça emindi.

Tüm bu mücadele süresince elbette yemek molası verememiştik ancak enerjiye de artık iyice ihtiyacımız vardı. İşte unutamayacağım bir başka sahne:
Hepimiz dik durabilmek için kendimize bir ağaç bulup yaslanmışız ve Hüseyin Abi yanında getirdiği helvayı parçalayarak bize doğru fırlatıyor. Bizler de yakalayıp yakalayıp yiyoruz...
Aaaahh ahhh çok acılar çektik çoooookk... :))

Derken yokuş aşağı iniş başladı. Ve farkettim ki tüm yoruculuğuna rağmen çıkış, benim için inişten çok daha rahat.
Hmmm bu arada bir bilgi daha vermem gerekiyor tabii. Hepimizin üzerinde, dere yürüyüşü yapacağımızı düşündüğümüz için, şortlarımız var. Ve bacaklarımızda ten rengimizi görebileceğimiz bir alan kalmamış durumda. Her yer çizik çürük içerisinde... İlk başlarda bünyeniz, mevcut ortamı terketmeniz için olsa gerek, canınızın acımasına izin veriyor ama sonra bakıyor ki vazgeçmiyorsunuz, o zaman acıyı hissetmez hale geliyorsunuz.

Evet nerede kalmıştık... İniş benim için oldukça zordu. Sürekli kayıyorum, temkinli yürümekten daralıyorum. Ha düştüm ha düşücem hissinden yoruldum. :) Sevgili Bülent sürekli yanımda ve bana yardım ediyor. En sonunda kararımı verdim ve kendi tekniğimi belirledim. Bülent'in tüm vazgeçirme çabalarına rağmen, dik bir yokuş oldu mu yere oturuyorum ve Allah'a emanet kayıyorum popomun üstünde.
En kötü bir ağaca çarpar dururum ama hiç olmazsa daha hızlı ve kolay inmiş olurum diye düşünüyordum. :)) Ne kadar sabırsız bir insan olduğumu bilenler hiç şaşırmamıştır bu tekniğe eminim.

Vadiye inmemizle birlikte önce içme suyuna kavuşmuş olduk. Oldukça susamıştık. Nerden nasıl su içtiğimi bilmiyordum. Ancak eve gidip de su şişemin içinde oynaşan arkadaşları gördüğümde, içtiğim suyun mineral bakımından olduğu kadar protein bakımından da oldukça zengin olduğunu anladım... :)))

Veee sonunda aksam saat sekiz gibi su deposuna ve köy yoluna ulaştık. Burdan sonra 2 saatlik bir yürüyüşümüz daha olacaktı köye kadar ama öncesinde biraz geç de olsa öğle yemeğimizi yememiz gerekiyordu burada. Evet yanlış duymadınız. Öğle yemeğini yediğimizde saat akşam 08.30'du. :)) Bu sırada ben kendimi derenin buz gibi sularına attım. Valla bütün yaralarım berelerim cozzz etti soğuk suyu görünce. Nasıl iyi geldi anlatamam...

Sonrasında yeniden yola koyulduk ve yıldızların altında güzel bir gece yürüyüşüyle saat 22.00 gibi köye vardık.
Her ne kadar otobüs kaptanımız Atilla bizimle dalga geçtiyse de hedefe varamadık diye, 11 saatlik mücadeleden çok şükür ki hiç bir zarar görmeden çıkmış olmamız büyük bir başarıydı bence.

Köyde geçirdiğimiz vakti de hesaplarsak, sanırım yaklaşık gece 03.00'tü eve geldiğimde. Allah'tan annemler uyku sersemi yataktan kalkmadılar yoksa bacaklarımın halini görseler, panikten beni doğruca hastaneye götürürlerdi, "Durun" bile diyecek vakti bulamazdım valla. :)) Annem ve Seçil ile yattıkları yerden konuştuktan sonra, onlar görmeden, kendimi banyoya attım.

Güzel güzel yıkanıyorum... Derken löööp! diye bir ses... Bir de küvete baktım ki  kocaman bir çamur parçası... :))) Düşünün  bu popo üstü kayma tekniğini ne kadar uyguladıysam artık, caaanıım çamur tabakası benimle bütünleşmiş... Derede bile beni terk edememiş zavallı.. :))

Bir daha böyle bir gün yaşamak ister miyim? Hayır.
Ama tüm içtenliğimle söylüyorum ki iyi ki böyle bir deneyim yaşamışım. En başta kendi sınırlarımın bildiğimden çok daha farklı olduğunu gördüm. Yapabileceklerimin çok daha fazla olduğunu...
Ve insan en zorunu yaşadıktan sonra, korkacak bir şeyi kalmıyor herhalde ki bu sayede artık her geziye gözüm kara katılabiliyorum.
Ve çok güzel dostlar kazandım. Her şartta birbirine destek olmaya çalışan güzel insanlar...

O günden sonra benim adım bir süre kırmızı ojeli kız olarak kaldı ve Kanlıçay da dost sohbetlerinde anlatılan güzel bir anı...

Bir de 2009 yılında, Pamukova'da karla mücadelemiz var ki tadından yenmez. Ama yazısı ilerleyen günlerde... :))

sevgimle,
seckin.



FOTOĞRAFLAR:
O dönemde henüz dijital fotoğraf makinem olmadığı için, bu maceranın elimizdeki az sayıdaki fotoğrafı da ekipten bir arkadaşımıza ait. Ormanda tırmanışın başlamasıyla birlikte, fotoğraflar da son buluyor haliyle... :) 
İyi seyirler...





Yeşil, güneş, güzel insanlar... Rüya gibiydi şimdilik herşey...


Sonra ilk şelalemize vardık...
Bu şelaleyi aştıktan sonra...
...bir başka şelalenin altında biraz yüzme molası ve yola devam..
Geçmemiz gereken ikinci şelale 7-8 metre yüksekliğinde!
Ekibin fotoğraflara da yansımış olan, eller belde şelaleye bir bakışı var ki her şeyi anlatıyor ... :)
Sıra bende...
Ben bir şekilde, iman gücüyle tırmanmayı başardım ama...
...bir başka arkadaşımız ciddi bir düşme tehlikesi atlatarak, yüreğimizi ağzımıza getirdi.


Bu şelale yaklaşık 6-7 metre uzunluğundaydı ancak sadece kaygan kaya kütlesinden oluşuyordu.
            

Ben ve kırmızı ojelerim... :)               


Yaklaşık 70 derecelik bir açıyla tırmanıyoruz...

                                                            

18 Ekim 2011 Salı

Merhaba...

Merhaba,


Bu blogda gezip gördüğüm yerleri, çıktığım yaylaları, yediğim yemekleri, tanıştığım teyzeleri, amcaları, sevgili dostlarımı,ailemi, canım kuşum Limon'umu yani beni bu hayatta mutlu eden her şeyi bulabilirsiniz.
"Allah akıl versin" demek serbest.. Ama bir yandan da "Ne mutlu sana, keyif sende valla..." diyeceğiniz garanti.


2000 yılında sevgili İsmail Amcam ile başladı gezi hikayelerim... Amasra, Safranbolu, Yedigöller...


Büyük aşkım Datça ile tanışmam ise 2001 yılında oldu. O günden beri sonsuza dek kavuşacağımız günü hayal ediyorum.. :)


Ve sanırım 2003 yılının Ekim ayıydı yarı özgürlüğümü ilan edip, ilk gezmeye başlayışım...
Yarı özgürlük; çünkü sırtıma çantayı alıp İzmir çevresinde dolaşmaya başladığımda yanımda annem de vardı. :)
Çok keyifli bir geziydi. Annemle çok eğlenmiştik. Tabii kadıncağız o tarihlerdeki masum İzmir-Selçuk-Şirince gezisinin, kızı için bitmek tükenmek bilmeyen bir gezme tozma dönemini açtığının farkında olmadığından, oldukça mutluydu.


O dönemde, Young&Rubicam/Reklamevi'nde ajans prodüktörlüğü yapıyor olmam da yeni gezme hastalığımın tuzu biberi oldu. Şehir dışı çekim, hoooop Urfa'dayım. Yurt dışı çekim, hadi bakalım Londra... Hmmm yıllık izinde nereye gitsem acaba? Güneydoğu Anadolu turu, nefisss...


İstanbul'da mı kalmam gerekiyor, o zaman adadayım.


İş çok mu yoğundu, durun bakalım Kabataş'ta bir çay içelim.


Cuma krizi sona erdi, o zaman doğru Nevizade'ye...


Bu arada benim ayaklarımın altının kaşınmaya başladığını gören canım Zührem, beni bir trekking grubu olan Ayakizleri ile tanıştırdı. Haydaaa bir de baktım ki hafta sonlarım ormanlarda geçiyor. En güzel yeşili görmek, en güzel toprak kokusunu solumak, en güzel meyveleri yemek ve en güzel yerlere kamp kurmak...
Herşey gerçekten rüya gibiydi..


Ayakizleri ile birlikte hayatıma sevgili eşim Ahmet de girdi.
Ahmet ile birlikte hayatıma motosiklet girdi.
Motosiklet ile birlikte hayatıma sanki daha da bir özgürlük geldi.
Çadırı motora yükleyip, havanın karardığı yere kamp atar olduk.


Tam da burada anneciğime geri dönmek istiyorum. Tabii ki kendisi telefonumun ulaşılamaz olduğu bu gezilerden hiç de memnun değildi. Ve canım ablam Seçil de, annemle ikimizin arasında kalmış olmanın dayanılmaz huzuru içerisindeydi. :)


Evet nerde kalmıştım.. Derken bir de baktık, Ahmet ile tam 3 seneyi çadırlarda devirmişiz. Eee artık biz de yerleşik düzene geçelim diye düşünerek evlendik. Nerede mi? Tabii ki yaylada... Konuya ait yazı dizisini ilerleyen günlerde blogumdan takip edebilirsiniz. Hemen de blog havasına girdim..  :))


Evlendik ve 1,5 sene oldu. Bu süreçte miskinlik edip özellikle kış gezilerine ara verdiğimiz doğru ancak hayattan keyif almaya devam...
Evimizde sürekli bakmak zorunda olduğumuz bir televizyon yok mesela... Onun yerine Türk kahvemizi balkonda içip, akşamları yürüyüşe çıkabiliyoruz.


Keyif bende valla diyebilmek hiç de zor değil aslında...
Sadece mutluluğun tanımını iyi yapmak ve  farkında olmak gerekiyor.
Ve tabii bir de sevgili babamın hatıra defterime yazdığı, Tagore'un bu hayata dair önemli cümlesi var.


"Güneşi gözden kaçırdım diye ağlarsan, yıldızları da göremezsin.."


sevgimle,
seckin.